FARZET Kİ
|
İT GIRHİRAM
|
SAKO
|
NE TİLKİSİ Tebrizkapı civarında bir camide müezzinlik yapan Emin Hafiz, darlandıkça uydurduğu firkete ile yardım kasasından kağıt paraları aşırmaktadır. İmam Efendi, kasadan sürekli bozuk para çıkmasına bir anlam veremez ve işi kolaçan ettiğinde durumu anlar. Münasip bir lisanla bunu Emin Hafiz'e söyler: -Hafiz, diyirem ecep bu kasaynan bir tilki mi oynir? Tilkiliği kendine yediremeyen Emin Hafiz, elini yumruk yapıp göğsüne vura vura: -Ne tilkisi Hocam, bu aslan bu aslan!
|
BENNAM
DAĞLARI
|
SİTAVUHLİ
|
BEDİRA Radyo yeni icat edilmişti. Köyün birinde evdeki radyoya büyük hoparlörlerden birini bağlayıp dış duvara asmışlardı. Oradan geçen köylü çalan müziği dinlemiş dinlemiş hayretle: -İcatta icat gardaş, bedira da gonişir!
|
ERZURUM’UN ABARTI USTALARI Evliya Çelebi’den iki fıkra: ERZURUM’DA YAZ OLDUĞUNA RAST GELDİN Mİ? Bir dervişe nerden geliyorsun?” demişler.”Kar rahmetinden geliyorum” demiş. “O ne diyardır?” demişler. “Soğuktan ere zulum olan olan Erzurum’dur” demiş. “Orada yaz olduğuna rast geldin mi? Demişler. “Vallahi 11 ay 29 gün sakin oldum, halk hep “yaz gelecek dediler, ben görmedim” demiş. DAMDAN DAMA SIÇRARKEN HAVADA DONUP KALAN KEDİ Kedinin biri damdan dama sıçrarken muallakta donup kalmış. Sekiz ay sonra nevruz gelip, don çözülünce, miyavlayarak yere düşmüş. TEYO PEHLİVAN EVİNİ KUMAR MASASINDAN NASIL KURTARDI? Pehlivanımızın ünlü palavralarından biri Mustafa Kemal, Şah Rıza üzerinedir. Teyo, Şah Rıza ve Mustafa Kemal arasında bir kumar partisi cereyan etmektedir. Sonrasını Teyo anlatsın biz dinleyelim: “Berde, para az, şans yoh, mejburli bırahtım kenardayam. İran Şahı dünyanın itoglidi, ben bi şey değil, Mıstafa Kemali de yuddi yudacağ. Bahdım Mıstafanın gözleri şaşılandı, annadım gızdı.. Yuduzduhlarını geri almak için, pantolunun arha cebindeki Türkiye harıtasını kılıç gibi çekip, masanın üstüne vurdi: “-Ver ulan!” dedi “Türkiye’sine bir kart” Olacağı buydi. Hemen yerinden gahıp elerine sarıldım: “Ola Mıstafa etme eyleme, Ola “Erzurum”, ola “Hasangala”, ola “bizim ev”! Neydirsen? TEYO PEHLİVAN ve HAMZA BABAGİL Teyo Pehlivan fıkralarında dikkat çekilmeyen bir husus halkın "zehlenme" dediği mizah çanakçılığıdır. özellikle Hasankale'de bu çanakçılık işi hayli ileridir. Rahmetli Hamza Babagil Teyo Pehlivan'a mizahi ayak veren ilk kişilerdendir. Zaten Teyo'yu önce üniversite muhitine, sonra, Erzurum'a tanıtan da odur. Hamza Babagil bu ayak verme işini bazen insanı tedirgin edecek ölçüde yapardı. Mazmununu bulsam babamı hicvederim diyen hemşehrisi Nefi gibi mizah uğruna önüne gelen her şeyi örselerdi.
Bir taziye evindeyiz. Taziyeye Teyo da çıka gelir. Hamza babagil sözü dolaştırıp, babasının ölümüne getirir ve teyoya ayağı verir -Rahmetli babam mabamdı ama, bilsiz benim asıl babam Teyo'dur. Teyo pehlivanın nerdeyse emsali olan Hamza Babagil, Teyo'ya altından kalkamayacağı bir ayak vermiştir. Ama bu teyo, hiç istifini bozmadan: -Geç! hele orayı bir geç.. TEYO PEHLİVANIN DOLDURUŞ GÜREŞLERİ Mizah ve sporu bir araya getirmek için Hasankale biçilmiş kaftandır. Teyo'ya güreş tutturmak onun çıkmazlarına hınzırca gülmek hasankalede zaman zaman bir halk eğlencesine dönüşür. İşte böyle bir eğlence için Teyo Pehlivana uygun bir yerde tebliğ ederler: - Dadaş, Yeni bir pehlivan töremiş, "teyo ne ki ben onu bir barmağımnan yıkarım" diyormuş -Biz de "Ola teyoya nasıl bele dersen, haydı Cuma namazından sora millet bahçasındaki çayırlığa dedik" Teyo ne desin -Ola ey demişsiz" Gün saat gelir çayırlığa çıkılır, Hasankalanın bütün teyo tiryakileri ordadır, bir şamata bir gürültü içinde güreş başlar, ve başlaması ile birlikte, genç teyoyu bohçalayarak altına alır. Herkes söz birliği halinde -Olmadı, ısınmadan da yıkma yıkılma mı olur. Isınsınlar yeniden tutsunlar. Bu itiraz üzerine ikinci defa tutuşulur, yine teyo pehlivanın sırtı yerdedir. Ama seyircilere bu sonucu kabul ettirmek ne mümkün. -Canım çim ıslah, teyonun ayağı kaydı, bu sayılmaz, yeniden tutsunlar göreceksiz. Böylece üçüncü tutuşma olur. Genç bu sefer göstere göstere Teyoyu altına alır, sırtını yere yapıştırdıktan sonra da göbeğinin üstüne çıkar oturur. -Tamam mı pehlivan? Teyo -İlk sefer de tamamdı ama bu kavatlar inanmirlar SARI TURAN’IN 30 000 ALMANI MÜSLAMAN EDİŞİ Modernizme doğru yelken açan Erzurum yılları.. Sinema tutkusu, Almanya göçü, Üniversitenin çeşitli kültürleri Erzurum’da harmanlamaya başlaması, ulaşımdaki yeni kara ve hava yolu imkanları Erzurumluyu dış dünyaya açıyor. Teyo Pehlivan, Sarı Turan, Deli Emin, Mördülüklü Selahattin, Kor Dursun (Pekcan), Suat Işıklı, Kansas Selahattin, Ekrem ve bu İkram Hancığaz kardeşler şehrin bu uçuk çağına dilden dile dolaşan nükteleriyle renk katan isimlerin başında geliyor. Sarı Turan, şık giyinen, modern davranan ancak her yanından da Dadaşlık akan bir tip. Safa Kıraathanesinde gençleri çevresine almış, Almanya hatıralarını anlatıyor: “-Sarı Turan’ın namı, Erzurum, Türkiye anladık tamam. Ama Almanya’da bizi tanıyan nanay! Şöyle bir boy pos, bakış, süzüş gösterelim diye şıtrasse voltaladık, ama kim kime dum duma. Bahtılar huzursuz oldum, dediler ki, Alman raconunda gençlik delikanlılık, goco işleri müzikhollerde olurmuş. İyi dedim akşam oraya da gideriz. Akşam oldu o dedikleri yere bir girdim ki ne göreyim, ben diyeyim yirmi siz deyin otuz bin kişi; Karı, kız, delikanlı, yavşak ne varsa orda. Biraz, fark ederler diye bekledim. Ama yine gözümüzün içine bakan biri yok. Kafamın tası attı, Mendili çıkarıp yere serdim, sağ dizimi koyup bir nağara bastım, ama ne nağara! Oradaki o ottuz bin kişi, hep bir ağızdan “_Eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulullah” diye titremeye başladı. KÖY VE KÖYLÜLÜK ÜZERİNE ERZURUM FIKRALARI YAYLA BEYİ Eskı Erzurum kır hayatında pek çok köyün yaylası vardı. Yaz gelende, güle oynaya yaylalara çıkılırdı. O şetaretli günlerin birkaç yayla türküsünden gayri geriye kalan yok. Yaylalarda daha çok hayvancılık ve hayvan ürünlerinin işlenmesi söz konusu olduğundan, daha çok kadın ve çocuk emeğine ihtiyaç duyulur, asıl rençber işlerini yürüten erkek gücü köylerde tarla ve çayırla ilgilenmek üzere kalırlardı. Bu yüzden yaylalarda köyün yönetimi bir nevi kadınların eline geçmiş olurdu. Buralarda kadın aile reislerinin adı “yayla bey”i idi. İşte böylesi bir yayla beyi, pırıl pırıl parlayan ama üşütmeyen ve de yakmayan güneşin altında büyük ekmek teknesine hamur tutmuş, mayasını atmış ekmeğe başlamak için hamurun olgunlaşmasını, yani mayalanmayı bekliyor. Vaktin geçmesi için sohbetten daha iyi ve tatlı ne olur? Daldığı ve nice dakikaların geçtiği koyu sohbete küçük torununun “-Nene bah” diye eteğinden ısrarlı çekiştirmesi ile kopabiliyor. “-Neye bahim oğlum”? Çocuk eli ile hamur dolu ekmek teknesini gösteriyor. “-Vay, kara hınzır, oşt oşt” Hamurun üstüne çoküp şapur şupur yiyen çoban köpeği zerre kadar tınmıyor. Bu sefer yerden bir daş alıp köpeğe fırlatmak üzere elini havaya kaldırıyor. Köpekle burun buruna gelmiştir. Ama taşı fırlatmak cesaretini bulamıyor. Çünkü öyle bir hırlayışla hırlıyor ki çoban köpeği bu diklenme ile “ben bu hamuru yiyeceğim, mani olursan fena olur” demeğe getiriyor. Yayla Beyi’nin “beyliği” de burada iflas ediyor: “- Köpek Gardaş! Ben demirem ki yeme; ye, ye de hamur ekşimedi sora karnın ağırır! “UŞAH AYAĞA KALKIN, BELKİ DOYMUŞSUZDUR.” Köylünün biri yeni bir göz oda yapmış, damına toprak çekilecek. Köyün gençleri “hay edin uşahlar!” denerek yardıma çağrılmış. İmece usulü işlerde çalışanların karnını iş sahibinin doyurması töre. Gençler sofraya davet ediliyor. Ne hazırlık görülmüşse bir solukta silsipür. Bu sefer “Ulan ayıp olacak” denip yedekteki yiyecekler sofraya taşınıyor, gençlerde doyma alameti yok. Hene sahibi işin içinde bir muziplik olduğunu anlayıp, bu muzipliğe ince bir taşlama ile nokta koyuyor: “-Uşah hele ayağı kahın, belki doymuşsuzdur!” BENİM ADIM “FARZ” Köy yerinde ziyafet eksik olmaz, hatırlı kişilerin ziyafetine komşu köy eşrafı da sıkça çağrılır. Böyle bir ziyafette, karşı köyün hocası da davetli. Marabalar, yanaşmalar yemek hizmeti görüyor neşe içinde sinilerin biri gelip diğeri gidiyor. Misafir hoca geri götürülecek olan sinileri “sünnetlemek” gerekir diyerek son tanesine kadar midesine indirmeden hizmekerlere teslim etmiyor. “Yahu , şu kalan yemeği bize bıraksa da ara yerde karnımızı doyursak” diye hayal kuran hizmekarların halini artık düşünün. Yemek bitmiş, iş el yıkama faslındadır. Genç Hizmeker Misafir Hocaya sırtında peşkir elinde ibrik su dökmektedir. Misafir hoca efendi genç hizmekere iltifat ihtiyacı duyar: “-Maşaallah ne güzel delikanlısın, adın neyidi?” Gencin duduklarından bıçak gibi keskin bir kelime dökülür: “-Farz” Misafir Hoca “-O ne biçim şey, Farz diye isim olur mu? “-Hemii! Sünnet diyim ki beni de yiyesen! HOCA ve BOSTAN Köy hocalarının arasında abide şahsiyetler yetiştiği gibi, zaaflarla malül olanlarının da sayısı az değildir. “Hocanın dediğini tut yaptığını yapma” sözü, muhtemelen, köy yerinin icadıdır. Niye derseniz, köy yerinde muhit dar her şey göz önünde olduğundan, hocaların meziyetleri de zaafları da köylü tarafından bilinir. Kimi köy hocaları hakkında anlatılan acımasız fıkraların da menşeini, bu çelişkili durumda aramak gerekir. İşte bunlardan biri. Hizmeker ağasına, köyün alt başından seslenmektedir. “-Ağa, bostana bir camış daldı, hoca da onunla beraber!” “Ula, camışı bırahın hocayı dutun!” OLA BAKKAL! PEKMEZ KAÇA? Erzurum’a alış veriş için gelmiş köylünün biri fırından taze ekmek almış, karnını doyuracak. “Bir de ucuzundan katık bulsam fena olmaz” diyerek bakkal sergilerinin önünde aranıyor. Bir ayakkabı tamircisinin yumuşasın diye köseleleri attığı su teknesini, bekmez sanarak soruyor. “ -Olo, Bakkal! Bekmez kaça? “ “-Ne edeceksen?” “-Bu somunu batırıp yesem ne olur” Eskici müzipçe gülümsemiş: “-Beş guruş olur!” Köylünün fiyata aklı yatar, ekmeğini yedikten sonra keseyi çözüp eskiciye beş kuruşu uzatır ve “-Ola bakkal! der, sanma ki köylü eşşek, senin pekmezin datli degildi! FALAKAYA YATIRIRIM SENİ! Yıllar önce bir tiyatro grubu Erzurum’a turneye geliyor. İlk gece şehrin protokolü ön safta. Tiyatro sanatçısı Ülkü Tamer oyunda kızın babası rolünü oynuyor, kızını istiyorlar, vermiyor. Çocuk aşk acısından ölüyor falan filan... Halk acaip etkileniyor oyundan, çoğu hüngür hüngür ağlıyor. Oyun bitiyor iki polis geliyor kulise, “Komiserim sizi istiyor” diye. Ülkü Tamer de, “Çok etkilendi tebrik edecek herhalde” diye kalkıp gidiyor. Karakola bir giriyor, ortalık buz gibi. Komiser bizimkini görünce sinirle ayağa kalkıyor. "Lan sen ne şerefsiz adamsın. Vermedin kızı, bak ne oldu gül gibi oğlan öldü gitti." Ülkü Tamer "Ama efendim, gak guk" diye açıklayacak oluyor. Komiser, "Sus” diyor, “Yarın akşam da gelip izleyecem eğer yine kızını vermezsen hepinizi karakola alıp falakaya yatıracağım." Ertesi gün Ülkü Tamer oyunun sonunu değiştiriyor. Kızını veriyor oğlana, oyun rezalet oluyor ama komiser en ön safta mutluluk gözyaşları döküyor! SAHNEYE AYAKKABI! Yine Erzurum’a bir tiyatro grubu gelmiş. İslami oyun oynuyorlar. Neyse oyunun bir yerinde rol icabı İsrail askeri kılığına girmiş oyuncular, Filistin genci rolündeki gencin kolunu kırıyorlar. Oyunun başından beri gaza gelen hacı amcalardan biri tam o sahnede daha fazla dayanamayıp "Tekbiiiir Allahu ekbeeer " diye bağırarak fırlıyor ve ayakkabısını çıkarıp İsrail askerlerinden birine fırlatıyor. Asker rolündeki oyuncunun suratı kan içinde kalıyor. Oyun iptal ediliyor ama işin komiği ayakkabıyı fırlatan hacı amcaya anlatamıyorlar bunun bir oyun olduğunu. O hala "Munafıklar! Bırakmadınız diğerlerini de devireyim" diyormuş. ERZURUMDAN SİYASİ FIKRALAR Mustafa Çetin Baydar KAYMAKAMIN SEÇİM MERAKI Yaklaşan seçimler genç kaymakamda derin bir merak uyandırır. Köylü hangi partiden yana oy kullanacaktır? Kasaba bürokratlarından bir kaçını da ardına takan kaymakam bir dağ köyüne doğru yola koyulur. Mevsim bahar, suların coşkun zamanı.. Köyün altından akan dere bir türlü geçit vermez. Kaymakam bağır çağır köy muhtarına sesini duyurur; muhtar gelir davetsiz misafirleri sırtlayarak teker teker sudan geçirir. Konuklar köy odasında ikramlandıktan sonra kaymakam muhtarı yoklar. "-Seçimlere de bir şey kalmadı muhtar, köylünün oyları bu sefer iktidara mı gider yoksa muhalefete mi? Muhtar içini çeker: "- Kaymakam bey bugün sizi sırtlayıp geçirdiğim dere var ya, geçenlerde keza merkezinden hanımlarımla dönerken yine o su karşımıza çıktı. Çaresiz sıra ile hanımları sırtlayıp karşıya geçirmem gerekti. Suyun tam ortasında zorlanırken küçük hanım "Efendi ne dersen, böyük hanım mı daha hafif yoksa ben mi? Diye sormaz mı? Zaten burnumdan soliram, dedim ki: "-O ki, ik(ini)z de beni eşşek edip dalıma (sırtıma)bindiz; seni de zuggum dutsun, oni da..! MÖRDÜLÜKLÜ HACI SELAHATTİN Hacı Selahattin ABD'de konuk çiftçi sıfatıyla bulunmuş, yenilikçi yanı olan, Hac sonrası sakalını kesdiği ve müzmin CHP'li kimliğini sürdürdüğü için Erzurum ölçüsünde radikal bir tipti. Mördülüklü, bu partici dönemlerinde elfaz-ı galizesi ile de meşhurdu. CHP propaganda ekibiyle bir ova köyüne gidişlerini şöyle anlatır: " Cip köye girer girmez önce kulaklandılar. Cipin önünde pır pır eden altı oku kim gördüyse, yüzünü çevirip savuştu. Propaganda yapacağız, kimse yanımıza gelmir. Baktım karşıdan tırpaniynan maraba tipli biri çıktı, cipi tam önünde durdurdum aşağı indik. "-Selamın aleyküm, bu ne biçim köy? İki satır konuşacak adam yok. Bak biz propagandaya geldik!" Adam gerçekten yanaşmanın tekiydi. Elbisesinden bir ip çeksen on tana yaması düşücek kadar fakirdi. Altı oklu bayrağı o da farketmişti, önce yüzünü ekşitti sonra gürledi: "-He mi! Size rey verek ki, ekinleri çil çil götüresiz.." Bu tepkiyi alınca "ola anlaşılan sen öğüdü yuvada almışsan, bu köyde hiç halkçı yok mu?" diye sordum "O işlerle Kul Oğlu Ahmet uğraşır, ahan orda, bacaya torpah çekir" diyerek yıkıldı gitti. Kuloğli Ehmet'ın yanına varınca aşağıdan seslendik "-Ola bu kavatlarnan nasıl baş edirsen, in aşşağı da birez konuşah.." -Ne baş edeceğem, sizin yüzünüzden günde on öğün ana-avradıma söğiller. ANTİ KOMÜNİST KÖYLÜLER VE SOSYAL DEMOKRAT AĞA’YA KARŞI Milletvekili Selçuk Erverdi 1969 seçim kampanyası esnasında atayurdu umudum’dadır.izzet ikramdan sonra sohbet meclisi kurulur, söz siyasete gelince Selçuk Bey siteme başlar: “-Partideki muhaliflerim “Selçuk Bey’e köylüsi bili rey vermir” diyirler dayanamiram! Bakın siz siz rey vermesez de seçilirem, heç olmazsa köyümden oy alim ki, başımı tik dutim, canım!” Köylüler: “-Bey ey diyirsen, ey diyirsen de sizin partiye de gominist diyiller.” “-İnandız mı? Hem goministlik ne bilir misiz?” “-Bileceğimiz, irz, mal, namus, para, mülk, iş , herşey ortak!” “-Bu yüzden Halk Partisinden gorhirsiz ele mi?” “-He beg..Allah’ın bildiğini kuldan ne sahliyah..” “-Peki ola cevap verin bahim, bu köyde tarla, çayır, mal mülk en çok kimde var?” “-Allah daha da var etsin, sizde helbet !” “-Para pul?” “-Tavv! Para atlı biz yayan” “-Peki ola hanginizin karısı , kızı, bacısından bizimkiler aşağı” “-Anamız bacımız olsunlar, eseletlidirler.” “-Eleyse deli gavatlar, goministlikten ben gorhmiraaam, siz niye gorhirsiz?” PiROFOSOR DEDİGİN NE Çİ? Erzurum’un son halk hikayecisi Behçet Mahir hastadır, Edebiyat Fakültesi Halk Edebiyatı hocaları hasta yoklamaya giderler. Kalabalık hoca grubuyla aniden karşılaşan ev halkı telaşlanır. Ancak Behçet Mahir’in karısının oralı olmaya hiç niyeti yoktur. “- Ana! Neydecegih, bak bir sürü pirofosor gelmişler” diyen kızına telaşlanmaya gerek olmadığını şu sözlerle anlatır: “-Pirofosor dedegin ne çi? Behçet’in yalanlarını yazir, yazir pirofosor olirlar” DELİ ASAF Erzurum ittihatçı kabadayılarından Aslan Dadaş’ın iki oğlundan biri Deli Esef öbürü kor Sabri’ydi. Bu kardeşlerin birçok nekreliği dilden dile dolaşırdı. Her ikisi de birer çarıklı erkân-ı harp’ti. Deli Esef de Behçet Mahir gibi üniversitenin müstahdem kadrosunda çalışmıştı. 1970’li yılların başında emekli oldu. Türkiye Boks şampiyonlarından olan oğlu Yalçın da o yıllarda Polislik mesleğini seçmişti. Aynı mahalleden olduğum için babayı da oğulu da yakından tanıyordum. Bir gün Asaf amca ile Tebriz Kapısında karşılaştık. Hoşbeşten sonra Yalçın’ı sordum, başını öfke ile iki yana sallayıp: “-Sorma, Urfa’ya sürmüşler!” “-Deme emi!, ne için? “-Ne için olacak, getmiş Türkeşci olmuş, Ecevit de tutmuş sürmüş. Ona dedim ki oğlum, siyaset senin neyen? Hökümatta o olmuş bu olmuş sene ne? Sabah kalktın bahtın: anan goynunda kim varsa baban odur! KOR SABRİ Bir çok mesleğe girip her defasında bir çeşit takaza sonucu işi bırakan Kor Sabri nihayet “kendi amirim kendim olayım” diyerek bir bakkal dükkanı açar. Oğlu Muharrem dışarıdaki sergi malları ile ilgilenirken, kor sabri içerde tezgahı beklemektedir. Bir kadın müşterinin, yumurta küfesindeki samanları ayıklayarak yumurtanın birini koyup diğerini kaldırdığını camekanın arkasından görünce, dışarı çıkıp “Bayan ele sen neydirsen?” der Kadın “Ne yapacağım der, bozuk yumurta almamak için seçiyorum!” Kor Sabri “Yumurtalar daha bu sabah köyden geldi, bozuk mozuk yok” der Kadın “Kim demiş yok, ben kaç tane gördüm Kor Sabri Celallenir “Ola muharrem ver o pahracı” der ve yumurta küfesinin başına oturur ve “bunun hangisi bozuk” diye tek tek yumurtaları kırıp bakraca doldurur. Kadın afallamış, olup biteni seyretmektedir. Küfede kırılacak yumurta kalmayınca, Kör Sabri muzaffer bir eda ile Muharreme seslenir: “Al götür pahracı! Anan akşama kaygana yapsın!” BİR YUMURTA HİKAYESİ DE GUCUR KAZIM’DAN Erzurum’un İttihat Terakki Tarihine geçen en büyük komitacılarından biri olan Kazım Yurdalan, İsmet Paşa iktidara gelince iade-yi itibar etmekle kalmaz, Erzurum Belediye Reisliği görevini de alır. O zamanın kıt imkanları ile Erzurum’a hizmet vermektedir. Personeli yeterli olmadığı için çoğu zaman çarşı-pazar denetimlerini de bizzat yürütmek zorunda kalır. Bir gün Erzincan Çarşısında yaşlı bir kadının, bakkaldan yumurtanın fiyatını sorduğunu, ardından da eline bir yumurta alıp “Vay ocağın delinsin Belediye reisi, bunculuh yumurta beş guruş ha! “ Dediğine tanık olur. Kazım Yurdalan ortaya söylenmiş bu söze, anında cevap verir, ama cevap tarzı ilginçtir. Önce sergiden bir yumurta alır, yere çömelerek tavuk konumuna geçer, yumurtayı o anda yumurtlamış gibi tutarak: “Hanım hanım Belediye reisi ne yapsin , bunculuhsa , hoş bunu ben yumurtlamadım”
MAŞA İLE TUTULUP SOBAYA ATILAN GAZETE Merhum Cevat Dursunoğlu’nun dedesi Ahmet Muhtar Bey Birinci Meşrutiyet Meclisinde Erzurum Meb’usudur. O zamanın meb’usları günümüzdeki “gece gündüz çalışıyor gözüken meclis” yanlışlığını yaşamadıkları için yılın büyük bir bölümünü memleketlerinde, temsil ettikleri halkın arasında, daha önemlisi mesleklerinden kopmayarak geçirirlerdi. Ahmet Muhtar Bey sürekli İstanbul’dan haber alma mevkiinde bir insan. Ama gelin görün ki, şehrin tek gazetesi olan Envâr-ı Şarkıyye, muhabiri, muharriri, müdürü, müvezzi ile devlet memurlarının elinde; onlar ise şehrin valisine dalkavukluk yarışında. Sabah uyanıp da masasının üzerinde böylesi sicili bozuk bir gazetenin nüshalarını bulan Merhum Ahmet Muhtar Bey, her defasında uşağına şu emri verirmiş: “-Ömer Efendi! O maşayı al, o kağıt parçasını o maşa ile tut, o sobayı aç, şimdi içine at, sen de git elini yıka!”
|
![]() |